x

Dünyayı Kuşatan Yüreğin Anısına

Şehir Hatıraları

Ahmet ORUÇOĞLU

Bahattin Yıldız 

    Hacı Mehmet'in kara oğlu,
    Afganistan'ın Gazi Abdülhamit'i,
    Bizim Çocuklar'ın Aga'sı,
    Yetimlerin gül yüzlü amcası.

    Anlatması zor, özellikle benim için. Tanımak için yaşanması lazım bir 'Adam'dır Bahattin Yıldız.  Şükürler olsun ki onunla büyüdüm, kâh lider oldu nasihatini dinledim, kah abi oldu sohbet ettim, kah arkadaş oldu spor yaptım, kah ustam oldu birlikte çalıştık, kah yoldaş oldu yolculuklar yaptım, kah dede oldu çocuklarımı sevdi. Kısacası sardı sarmaladı her tarafımı.

    Afganistan’da bir arkadaşının dediği gibi:  ''Dinin bahası, Bahattin; Türkiye’deki Müslümanlar sevinsin ki böyle adam yetişmiş. Biz burada şu cemaatin, bu yapının üyesiyiz diye övünüyoruz. Türkiye’deki Müslümanlar övünsün ki Bahattin Yıldız gibi bir adam yetiştirmişler.''

    Bahattin Yıldız adamı öyle sarar ki, yürürken sanki üzerinde bir zırhla yürürsün, düşünürken, çalışırken sanki bir Ordu sana eşlik ediyor gibi hissedersin. Ama dışarıdan bakanlar seni agresif, garip ya da uçuk bir entelektüel olarak görebilirler. Ama sen o zırh içerisinde dışarıdan bakanların gözlerinde sadece kıskançlık görürsün. Bu bize giydirdiği zırh alçak gönüllülük zırhıdır. Bu Sahabe ‘den, Horasan'dan, Selçukludan, Osmanlı'dan bir zırhtır. Bu zırh bütün Anadolu ağıtlarını, ümmetin 1400 yıllık dertlerini süs gibi taşır üzerinde.

    Arkadaşlarını hep arar, takip eder. İslam davasında olup olmadıklarını kontrol eder, İslam davasında çalışmaya teşvik ederdi. 18 -19 yaşındaydım, elindeki bir avuç içi defterinde eski arkadaşlarının telefon numaraları adresleri vardı. Ama aradan zaman geçmişti, ulaşamıyordu çoğuna. İnce ince yol planları yapıp salmıştı beni yollara çoğunun isimleri ve yaşadığı ilçe vardı sadece elinde. ''Koçum bol selam söyle, lise ve üniversite çalışmalarını anlat. Ne yapıyorlar sor, lise kamplarına öğrenci iste. Üniversiteye İzmir'e gelen akrabaların-komşuların çocukları, öğrencileri varsa göndersinler ağırlarız dersin. '' Sonrasında ziyaretlerimin bir kısmı ile sürekli devam etti, belgeselini yaparken bir abimiz: ''Ben onun abisiydim ama o beni sürekli kontrol etti, teşvik etti ve heyecanlandırdı.'' demişti.

    Bahattin abinin Kızıl Elması ümmetin birliği ve selametidir. Tarihteki acılarımızı ve sevinçlerimizi taşırdı yüreğinde. Bir yaz gecesi, deniz kenarında yıldızlar altında Çeşme'de yaz kampındayız. Elini omzuma koyarak ''Bak koçum. Bu adalar bizim adalarımız. Bunu bileceğiz, bunu çocuklarımıza da öğreteceğiz ve bir gün bunları geri alacağız.''  derdi.

    ''İzmir'de o efe biz kızandık'' demişti Fikri Cumhur şiirinde. Ama yükümüz dünyanın yüküydü, İzmir ne ola ki.

    Bahattin Yıldız tam bir teşkilat adamıdır. Bir heykeltıraş gibi tuttuğu taşı bile adam eder, bir de içerisine ruh ekler. Tüm ümmeti kardeş bilir, cemaatlerin hepsi onun cemaatidir. İsmail Ağa Mollaları'dır, Erenköy candır, Refah Partililer kardeşleridir, İskender paşa kalbinin derinliğindedir. Bir gün İran mollaları güzellemesi yapan bir arkadaşa ''onların mollaları varsa bizim İsmail ağamız var'' demiştir. İzmir'de yaptığımız eğitim kamplarında onun sayesinde İsmet Özel, Ercüment Özkan, Süleyman Karagülle, Hüseyin Avni Kansızoğlu, Hüsnü Özer abimiz tanıştıklarımızdan bazılarıdır.

    Ufku açık bir adamdı Bahattin Yıldız.  1990 yılıydı, İzmir'deki aile apartmanlarının çatı katı bizim sohbet mekânımızdı. Bir arkadaşımız fetoştan (o dönemde, şimdi fetö olarak anılan yapı liderinin aramızdaki adı) muhabbet açıldığında MİT ajanı dedi. (Fetoş o dönemde kendilerince polis tarafından aranıyor ama) başörtüsü yasaklarını desteklemek için ortalığa çıkmıştı.) Bahattin Abi hiddetle '' Ne MİT'i, CİA ajanı! Mit ajanı olsa biraz yerli olurdu.'' demişti. O dönemde bizim camiamızda hastalıklar vardı, hepsinden bizleri korudu. Bu hastalıklardan birisi İrancılıktı, tarihimizin düşmanlığını yapıyorlardı. Fatih Sultan Mehmet'e katil diyen birisine ''Hiç mi iyi bir şey yapmamış!'' demişti. Bir diğer hastalık, parti çalışması yapan arkadaşlara kâfir diyorlardı. O dedirtmezdi.  ''Onlarda bizim arkadaşlarımız, farklı bir mücadele yolu seçen.'' derdi.  Bir diğer hastalık; herkesi rahatça ötekileştiriyorlardı,  zengin olduğu için, partiye yardım ettiği için, şiir okuduğu için. İstanbul'da üniversite liderliği yapan bir arkadaş için malum şahsa fetoş dediğim beni kâfir ilan etmişti. Bahattin Aga ötekileştirmeyi tasvip etmez, diyalogsuzluktan dertlenirdi. Bir diğer hastalık; o dönemde okul uzatmaya iyi bir şey gözüyle bakılır, hatta üniversite öğrencileri arasında bu devlete avukatlık, öğretmenlik vs. yapılmaz denirdi. Bahattin Abi ''Arkadaşlar hepimiz fakir aile çocuklarıyız, ailelerimize karşı sorumluluklarımız var. Okulumuzu zamanında bitirip hayata atılıp orada mücadelemize devam edeceğiz. Hem diyelim ki devrim yaptık, 'gel limoncu sen doktor ol, gel yumurtacı gel sen asker ol, gel süpürgeci sen polis ol' mu diyeceğiz'' demişti.

    ''Bizim Çocuklar'' derdi camianın yetiştirdiği sağlam adamlara ve arkadaşlarımıza. Öyle bir içten derdi ki göğsü kabarır adeta böbürlenirdi. Onun zenginliği ümmetin sağlam çocuklarıydı. Herkesi takip eder, ihtiyacı olduğunda yanında olur-oldururdu. Arar halini hatırını sorar, dahası sen anlamadan seni hayatının her alanında dışarıdan destekler, artık ayaklarının üzerinde durduğun zaman seni arkadaş bilir, yoldaş bilir, istişare eder, dert paylaşırdı. İstanbul'a geldiği zaman otobüs garajından alırdım. Eve, kahvaltıya gidene kadar arkadaşlarımızın ve arkadaşlarının hepsini sorar, beni onları ziyarete sürekli teşvik ederdi. İstanbul'da ki arkadaşların hepsinden bahsetmiştir, çoğuyla bir şekilde beni buluşturmuştur. 

    Hayatımın en önemli köşe taşlarını ''Bahattin Aga'' koymuştur. Annem onunla ilişkimi hep kıskanmıştır. İzmir'de 2 yıllık meslek yüksekokulunu bitirdiğim zaman bana ''Senin 4 yıllık bir okul okuman lazım, hatta İstanbul'da okuman lazım, ufkun açılır, yine tesisatçılık yaparsın'' demişti. O sıralar tesisatçılık yapmaya başlamıştım, aynı anda İzmir'de çalışmalarla ilgileniyordum. Birde beni evlendirmek için girişimde bulunmuştu. Abi dedim yapma. İzmir dedim, iş dedim, aş dedim. ''Yok.'' dedi ''Sen İstanbul'da hem çalışma yaparsın, hem evlenirsin, hem ev bakarsın hem çalışırsın.'' dedi. Artık 21 yaşında İstanbul'da tekrar öğrenciydim. Bir yaz tatili gününde, Selçuk Türkyılmaz'ın düğününü İzmir'de yaptıktan sonra ''Ubeyt hadi Selçuk'u Bilecik'e biz bırakacağız'' dedi. Bilecik'e vardık, dedi ki ''Bu gece burada yatalım, sana yarın kız görmeye gidelim.'' Tamam dedim, başka bir cevap verme ihtimalimde olmazdı ona karşı. Bana bu gidiş süpriz idi, ama O organizasyonu yapmıştı, karşı tarafa haber vermişti, 1 yıl öncesinden ailelerimizi tanıştırmıştı, bana da 2 yıl önceden kızdan bahsetmişti.  Asker arkadaşının kızıydı, bana 'cömert bir dava adamının kızı' dedi. 'Trabzon'lu' dedi, ''Değişik memleketten evlilikler yapalım ki neslimiz güzelleşsin.'' derdi sürekli, ümmetçi bir ruhla. Sabah Bursa'da bir pastanenin önünde durduk. ''Tatlı al, bol al ev kalabalıktır.'' dedi. Aldık tatlımızı gittik, 15 gün içinde yüzüğümüzü taktık. Artık 23 yaşında İstanbul'da evli, çalışan ve üniversitede okuyan bir adam olmuştum. Her arkadaşımızı böylece takip ederdi. Hayatımın en büyük en değerli köşe taşları olan İstanbul'a gitmem, evlenmem ve İstanbul'da iş kurmam Bahattin Aga'mın yönlendirmesiyle olmuştur. Tabii sadece benim değil, 3 kardeşimin de evliliklerinde onun dahli vardır.

    İstanbul'a gelişimin ilk yılında demişti ki: ''İstanbul da öğrencilik boş geçilmez Burada ne ararsan onu bulursun.''  Ve başladık beraber ziyaretlere, peyderpey Sezai Karakoç, İsmet özel, Ali Haydar Haksal, Hasan Aycın, Mehmet Güney, Ali gümüş,  Mustafa Çelik, Hüseyin Selçuk, Akif Babalı, Akif Emre, Ahmet Kara, Cemal Balıbey, Bülent Yıldırım, İlyas Dönmez, Mehmet Kaya, Mustafa Ağırman, Burhanettin Kayhan. (Hatırladıklarımdan bir kısmıdır.) ''Abi'' derdi yürekten, ''Burhanettin Abi, İsmet Abi, Mehmet Abi, Hasan Abi.'', ''Üstat''  derdi, ''Üstat Sezai Karakoç, Üstat Necip Fazıl.'' Kimini ofislerinde, kimini mezarlarında, kimini hem ofislerinde hem mezarlarında ziyaret ettik, dua ettik, andık. 

    Bahattin Yıldız, adam ayırt etmez yukarıdan bakmaz. İstanbul’da 3. sınıf öğrencisiydim, İkitelli'de izolasyon işi almışlar, beni de çıraklık yapsın diye çağırmıştı. (bazı öğrenci arkadaşlarımıza harçlık verme yöntemi olarak çıraklığa çağırırdı.) Herkes ile sıcak ilişki kurardı, Cuma namazına gitmeyen Türkçesi zayıf olan bir sıvacı amelesiyle haftalarca arkadaşlık yaptı, yemeğini paylaştı ve sonunda onu da cumaya götürmüştü.

    Bizim Çocuklar için her vesilede İstanbul'a gelirdi. Hem de en ucuz otobüs firmasıyla 11-12 saatlik yolculuklar ile. 'Abi 7-8 saatte gelen firmalar var durmadan onlarla gel' derdim. O da '' Uyuyarak geliyorum önemli değil'' derdi. Öğrenci evlerinde ağırlamak isterdik, sohbete gelir dertlerimizi dinler, ümmetin dertlerinden bahsederdi. Uyumazdı çoğu zaman. Yük olmamak için geç vakitte Fatih'e gider, Özgün Yayınevinin üst katında çatı arasında kullanılmayan mekânda kalırdı. Ki bu mekânda uzun Fatih geceleri sonrası bende bazen, İbrahim, Fikri, İsmail de İstanbul'a ilk geldiklerinde bir süre kalmışlardır. Yağmur yağınca yerde su birikintileri oluşan ve kesinlikle ısıtılamayan bir mekândı.

    İki cüzdan taşırdı. Birisi Bizim Çocuklar içindi. Sıkışmış her öğrenci arkadaşın yarasına merhem olacak bereketi taşırdı cebinde. Çatılarda zift ve mebranlarla işçilik yapan elleri nasırlı, yüreği yumuşak Adam'ın çocuklarının nasibini paylaşması, azımızı hep çok etti. Bereket üstüne bereket yağdı üstümüze.

    Fatih İmza Dergisi ofisinde bir Ramazan günü dedi ki;  ''Ubeyt bir iftar düzenliyelim İstanbul'daki arkadaşları toplayalım. Yılda 1 görüşmek için bir alternatif programımız olsun hasret giderelim görüşemediğimiz arkadaşlarla. Hatta İzmir'i bilen bizi seven Abdurrahman abini, Ali abini falan da çağırırız'' o sıralar İstanbul'da olan İsmail Dursun ile beraber ilk iftarımızı yaklaşık 40 kişiyle yaptık. Sonrasında bu iftar programımızı çok önemsedi, vefatına kadar bütün iftarlarımıza 18 yıl boyunca geldi, İzmir'den ve diğer illerden arkadaşların gelmesini teşvik etti.

    Gönlü çok genişti, vefakâr ve cefakâr bir dava adamıydı Bahattin Yıldız. Kendisi cefa çeker, ikilik çıkarmaz her zaman alttan alırdı. Hep vericiydi, karşılığında bir şey beklemeden. İstanbul'a geldiğimiz 2. yılda Marmara üniversitesindeki arkadaşlar bizi evlerine, gönüllerine sığdıramadılar. Dedim ''Abi ne yapacağız, bak buradaki Ağabey'lerde sahip çıkmıyor, (Rahmetli Akif Abi müstesna)  bırak bizi kendi yolumuza bakalım, ser postunu sen de İstanbul'a.'' Dedi ki '' Ubeyt, arkadaşlar bizim arkadaşlarımız, bizim onlara onların bize ihtiyacı var ayrılık olmadan çözmemiz lazım.''

    Her türlü imkânı değerlendirir, arkadaş ziyaretini görev bilirdi. İstanbul’dan eski bir minibüs almışlardı şirket olarak. Dedi ki ''Ubeyt bu arabayı İzmir'e götürelim -o zamanlar şoförlüğü yoktu- bu araba iyi olacak, hem iş de kullanırız hem de arkadaşların ihtiyaçları için kullanırız.'' Araba dediğin yola çıkacak durumda değildi. ''Ertuğrul Abin tamir eder burada pahalıya mal olur.'' dedi. Yola çıktık Beyaz bir Fort’tu pense direksiyonu bir taraftan bir tarafa çevirmek için önce bir tur boşa çevirmek gerekiyordu. Silecekler çalışmıyordu, hava yağmurluydu. Lastiklerin dördü de başka marka ve ebatlardaydı, istetmesi yokmuş yolda kalınca onuda farkettik. 50 km hıza çıkınca direksiyon hâkimiyetimiz kalmıyordu. Bagaja kaldırım taşı koyduk ama zemindeki deliklerden kaldırım taşlarının düşmesinden korkarak ilerledik. Hal böyle iken Yalova, Bursa, Balıkesir ve Manisa'daki arkadaşlarını ziyaret ederek İzmir'e 2 günde ulaştık. Acil gitmemiz gerekiyor yalanı ile hiç birinde konaklamadık kalorifersiz arabada uyuduk. Yanlış anlaşılmasın pinti değildi, imkânlar kısıtlı idi. Düzgün bir aracı ona bila bedel alacak arkadaşları vardı ama alçak gönüllü ve gururluydu. Her türlü imkânsızlıklar içinde Bizim Çocuklara İslam bayrağını dünyanın her tarafına dikebilme enerjisinin bizde olduğu inancını Agam bize hep verdi. 

    Bahattin Agam kendisi için bir şey isteyemezdi, yanlış anlaşılmaktan korkardı. Mezun olmuştum arkadaşlarla ve çalışmalarla ilgili İstanbul'a geldikçe istişareler yapıyorduk. Artık geldiği zaman bende misafir kalmaya zor da olsa ikna etmiştim. Bir İstanbul ziyaretinde üniversite öğrencilerinin bir kampına katılmıştı. (Gençleri bu tür programlarda kesinlikle kırmaz davete icabet ederdi.) Polis kampı basıp hepsini sorguya almıştı bir gecede misafir etmişlerdi. Kızdım, daraldım çünkü bayadır bu tür baskınlardan sıyrılmak için resmi kimliği olması gerektiğini konuşuyorduk. Gereksiz tutuklama ve sorgulardan kaçmak için. Daha çok geçmemişti ki bazı arkadaşlarımız Ergenekoncu görevliler eliyle televizyonlarda çeşitli faili meçhullerin faili oldukları gerekçesiyle gösterilmişlerdi, gerçi salınmışlardı ama gördükleri işkenceler yanlarına kalmıştı. Bu konuda bir türlü yol alamamıştık. Seçeneklerimiz İHH, İmza dergisi idi. Sanki onlardan bir dünya makamı isteyecekmiş gibi düşünerek onlara bu konuyu açmamıştı. 
    Afganistan'dan bir tesisat işi almıştım, ayda bir gidip geliyordum. Gitmek istediğini anlayınca davet ettim ama şartlı olarak. Güvenlik problemi had safhadaydı benle gidip gelecekti, benim ayarladığım otelde kalacak ve arkadaşları ile Kabil'de buluşmasını sağlayacaktım. Ben döndüm sen git ben 3 gün daha kalayım dedi. Ona bıraktığım Afgan arkadaş onun ismini duymuş arkadaşlarının çoğunu tanıyordu. Her gün bir kaç arkadaşını bulup getiriyordu. Ama Kabil'deki arkadaşları hali vakti yerinde tiplerdi genelde. Ben döndüm misafirlerini otelde ağırlamak üzere anlaştık. 1 gün sonra arkadaşı ekip savaşın devam ettiği bölgelerde gariban arkadaşlarını aramaya gitmiş ve çoğunu bulmuş 10-15 gün kadar sonra benim stresli bekleyişimin ardından yurda dönmüştü. 

     Her gittiği yerde iz bırakırdı! Her konuştuğu insanda iz bırakırdı Bahattin Aga. Bunu onun arkasından ziyaret ettiğim Almanya şehirlerindeki arkadaşlarımızda, Afganistan'da, Konya'da, Sakarya'da, Simav'da, Eskişehir'de, Bursa'da ....ve düzinelerce insanın gözlerinde gördüm. Zoru düşünür, zoru aşar. Rahat yaşayanla, çilesi olmayanla, derdi olmayanla işi olmazdı. Dertlileri bulup derdine ortak olurdu. Sonradan anladık günde 13 saat yürüyerek cepheden cepheye koşmasının nedenini. 12 Eylül'de vatanı terk etmek zorunda kalınca ümmetin kanayan yarası Afganistan'a koşmuştu. Gazi oldu Pakistan'da hastalara moral verdi. Gazi olarak vatana döndü, üniversiteyi bitirdi sonra bizi buldu.

    Fenerbahçeliydi, İzmir'i severdi, yemek ayırt etmezdi, çayı severdi, konuşanı dinlerdi, Anadolu aşığıydı, yiğit delikanlıların Abi'siydi, çocuklarını severdi, ailesine düşkündü.

    Bir bahar günü, Mayıs ayında Mehmet Ağabey aradı ''ulaşamıyoruz'' dedi, yoldaydım. Mahmut Ağamı aradım 'nedir durum' dedim. Sonra Afganistan'ı aradım, nasıl oldu dedim. Çok geçmemişti yola çıkmadan önce bizim evde kahvaltı yaptık, küçük kızım Zehra'yı sevdi ona kızları Sümeyra'dan, Meryem'den, Reyhan'dan bahsetmişti. Şimdi ne olacaktı, ne diyecektim çocuklarıma, ne diyecektim arkadaşlarıma. Şehadetinin 11. yılında kimseye gözükmeden ağlıyorum hala.  Çok yazmak istedim, çok şiirler döküldü ağzımdan ama yazamadım. Dumlu Ağam arayınca kıramadım yüreğimdeki yaram zaten hep açık.  Gizli yaşadık sevgilerimizi fazla fotoğraflarımızda yoktur, gereksiz sorgulamalardan korktuğumuz için.  Çok otobüs garajlarından, havalimanlarından yolcu ettim ama bu ayrılık ah be ahh...

    Şehit oldu sonunda ümmetin yetimlerin peşinde. Gazilik mertebesi yetmedi Agam'a. Eğer böyle ayrılmasaydı aramızdan isyankar olurduk belki. Belki küserdik dünyaya. Ama o bir iz bıraktı Bizim Çocukların yüreğinde. Yetim kaldık ama yetimlere sahip çıkmayı öğrenen, okuyan, düşünen bir nesil yetişti. 


                                    Ubeydullah Yalçın Kılınçarslan
                                    24.04.2021
 

 

Bu yazı bahattinyildiz.com için kaleme alınmıştır. Yayın tarihi: 07.05.2021

 

 

DİĞER YAZILAR

 

Adem Ceylan

Şehir Hatıraları - Konya

Ahmet Oruçoğlu

Bursa Hatıraları

Fahri GÜZEL

Şehir Hatıraları - Erzurum

Dumlu Kara

İzmir Hatıraları

Ziyaretçi Defteri
Yükleniyor
Yükleniyor...