Akıncılar Derneği'nin kapatılmadan önceki son Genel Başkanı Mehmet Güney, 12 Eylül öncesinde, Bahattin Yıldız'la Ege Bölgesi Başkanı olduğu dönemde birlikte çalıştı. Bir öğrenci lideri olarak Bahattin Yıldız'dan gönlüne yansıyanları bizlerle paylaştı. Söyleşide Bahattin YILDIZ’ın hayatından karelerden, Afganistan'daki hastane günlerinden, dönüşte yürüttüğü hizmetlerden ilginç anekdotlar var. Mehmet Güney: “İçimizdeki Bahattin Yıldız gibi kahramanları, sözün ötesinde fiiliyatta bedel ödemiş bu kahramanları yeni nesil bilmezse, bu sefer kökünü dışarıda aramaya çalışır...” diyor.
İşte Bahattin Yıldız'dan, Mehmet Güney'in gönlüne yansıyanlar...
GIYABİ SEVGİMİZ VİCAHİYE DÖNÜŞTÜ
Mustafa YÜREKLİ: Bahattin Yıldız ile nasıl tanıştınız?
Mehmet GÜNEY: Bahattin Yıldız'la (Allah mekânını cennet eylesin) konuşmalarımızda, “Peşinden ağlanabilecek bir dostluk bırakabilecek miyiz? Dünyamız kadar ahiretimizi de ilgilendiren, süreklilik arz eden bir dostluk bırakabilir miyiz?” diye bir endişeyi gerçekten paylaşırdık birbirimizle. İlişkilerimizde dostluğumuzu derinleştirme ve geliştirme çabası hep vardı aslında.
Bizim Bahattin Yıldız'la ilk diyalogumuz, 1975 yılında oldu. Yıldız Üniversitesi'nde İslami hassasiyeti olan arkadaşlarımızın o günkü koşullarda belli çalışmaları varken, Erzurum Üniversitesi'nde, Sakarya'da, Ankara Hacettepe Üniversitesi'nde böyle İslami sesler, kendimize yakın sesler duyardık. Dolayısıyla Erzurum'daki arkadaşlara gıyaben âşık olmuştuk.
Bu süreçte Bahattin, hem Erzurum Üniversitesi'nde öğrenciydi hem de çok iyi bir sporcuydu. Üniversitenin kayak takımında, atletizm takımında bilfiil görev yapıyordu. Daha önce İzmir İmam Hatip Lisesi'nde güreş de yapmıştı. Bahattin, her arkadaşımız gibi öğrencilik yaparken aynı zamanda spora, bunun yanında teşkilatçılığa, dernek işlerine vakit bulan bir adam... Bahattin'in o dönemde MTTB'de görevi vardı.
Erzurum'dan Bahattin ve arkadaşlarıyla ilk diyalogumuz, Bursa'daki üniversiteler arası kayak yarışmasına giderken İstanbul üzerinden geçmeleriyle başladı. O dönemde hepimiz kimlik olarak MTTB mensubu gençlerdik. MTTB'li olarak Bahattin Erzurum Üniversitesi'nde biz de İstanbul Yıldız Teknik Üniversitesi'nde İslami hassasiyetler taşıyan öğrencilerdik. Sonra bir de baktık ki gönülden gönüle olan bu gıyabi sevgi, vicahi bir hale dönüştü.
MEHMET ZAHİD KOTKU HOCAEFENDİ’DEN DERS ALDI
Mustafa YÜREKLİ: Bahattin Yıldız ve arkadaşları İstanbul'da misafiriniz mi oldular? O ziyareti biraz anlatır mısınız? Yirmili yaşlarda Bahattin Yıldız nasıl biriydi? Gündeminde neler vardı? İlgilendiği şeyler nelerdi? Bu konuyu biraz açabilir miyiz?
Mehmet GÜNEY: O ilk karşılaşmamızda, Vakıflar Yurdu'nda, bugün Fatih Camii'nin etrafındaki medrese olarak kullandığımız o yerde o gece onları misafir ettik. Konuşma esnasında o kendine has sevecen üslubuyla “Ağabey buradaki arkadaşların ibadi yönleri daha derli toplu geldi bana. Bununla ilgili daha farklı bir faaliyet mi var, bizim bilmediğimiz?” dedi.
Biz de o dönemde Fatih'te, İskender Paşa Camii'nde devam ettiğimiz Mehmet Zahit Kotku Hoca Efendi’nin sohbetlerini anlattık. Hoca Efendi, Pazar günleri gençlerle Ramuzu'l El Hadis dersleri yapardı. Cuma namazından sonra, bilhassa o günkü sosyal, siyasal şartlarda çok anlam ifade eden, gönlümüzün, bedenimizin kirlenmesini önleyen, adeta gençleri manen sigortalayan, sürekli ihtar eden, kılavuzluk yapan sohbetler yapardı. Ona Mehmet Zahit Kotku Hocaefendi'yi anlattık. Rahmetli Bahattin “Ağabey beni de götür” dedi. O ziyaretinden sonra bir daha hiç kopmadık Bahattin'le.
Mustafa YÜREKLİ: Mehmet Zahit Kotku Hocaefendi'yle tanıştı mı? O ziyareti anlatır mısınız?
Mehmet GÜNEY: Bursa'daki üniversiteler arası kayak yarışmasına Erzurum'dan katılan üniversite öğrencisi arkadaşların üç tanesiyle ziyaret ettiler. O günkü şartlarda Hoca Efendi’ye Bursa yolculuğunun gerekçelerini aktardıktan sonra, rahmetli Bahattin talepte bulundu. Hoca Efendi de, Bahattin'e İstanbul'da bizim aşina olduğumuz o ikazları yaptı. Arkasından da tesbihatları iletti. Bu gelişme bizim için Bahattin'e aklımızın yanında, hissimizi, özellikle sevgimizi bağlayan bir unsur oldu.
Bence o dönemde üniversite öğrencisi olan Bahattin Yıldız, sporcu olan Bahattin Yıldız, teşkilatçı olan Bahattin Yıldız bir de derviş Bahattin Yıldız oldu. Rahmetli Bahattin, ilk çocuğuna “Mustafa Zahit” ismini vererek Mehmet Zahit Kotku Hoca Efendi’ye muhabbetini ve bağlılığını göstermiş oldu.
163.MADDE’YE TAKILDILAR
Mustafa YÜREKKLİ: Bahattin Ağabey'in ve arkadaşlarının 12 Eylül öncesi süreçte Erzurum'da gerçekleştirdiği eylemleri, darbe sonrasında aranması ve Afganistan yolculuğuna dair hatıralarınızı merak ediyoruz. Bahattin Yıldız, niçin Afganistan'a gitti? Nasıl gitti? Bu konudaki bilgilerinizi paylaşır mısınız bizimle?
Mehmet GÜNEY: Bizim neslimiz, yani 1970-80 arasında üniversitelerde öğrenim gören genç nesil, sistemin acımasız bir sınavından geçti. 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980; adeta biz iki mengene arasında pres olur gibi ciddi bir bedel ödedik. Bunun solu, sağı, İslamcısı diye ayırmıyorum. Çünkü o genç nesle çok ciddi bir bedel ödetildi. Yoksa yirmili yaşlarda bir insanın sistemi değiştirmesi mümkün değil aslında. Ancak okuyan ve düşünen gençlik üzerinde çok yoğun ideolojik kamplaşmalar yapıldı. Bunların üzerinden de maalesef ihtilallerin zeminleri hazırlanmış oldu.
Son dönemlere moda oldu; bilhassa solu anlatan kırka yakın dizi, belgesel televizyon ekranlarına geldi. Herhangi tarafgirliğin ötesinde şahitlik ederim ki, böyle televizyonlarda gösterilen kristalize sol, hiçbir zaman olmadı. Övülecek, alkışlanabilecek bir sol, bu toplumun genetiğine uyan bir sol söylem olmadı. Aksine, gerçek hayatta yüz kızartıcı eylemler gerçekleştirdi sol gençlik, maalesef. Banka soygunları, gemi baskınlarıydı solcu militanların ortaya koyduğu eylemler... Sol gruplar, toplumun inancıyla kavga halindeydi, üniversitelerde toplumun inancını temsil eden öğrenciler üzerindeki baskıları, tahakkümleriyle tarihe geçtiler.
Sol, hesap vermesi gereken bir zihniyettir; özgürlükleri ya da cezaevlerinde çekilen sıkıntıları ön plana getirip, işi ört bas etmeye çalışıyorlar. Oyunun bir parçası olduklarını gizleyip, kurnazlıkla kabahatlerinden sıyrılmaya çalışıyorlar.
Her şeye rağmen bu ülkede çalışan ve okuyan gençlik üzerinden çok önemli bedeller ödendi. Sadece hapislerle, sürgünlerle ifade edilemez bu. 12 Eylül 1980 öncesindeki Türkiye; günde ortalama yirmi, yirmi beş kişinin öldürüldüğü bir ortamdı. Siyasi keşmekeşlik, sosyal hayata da yansıyordu.
Bahattin'in çektiği sıkıntı ülkede çok yaygındı. Bir noktada, sizin meydanda söyleyecek bir sözünüz olduğu zaman, hele de İslam adına bir şey söylendiği zaman, bizim zihnimizde maalesef korkutucu bir unsur olarak var olan şey, Türk Ceza yasasındaki 163. Madde'ydi. Sözüm ona devletin temellerini, dini temellere dayandırmak diye bir ibare vardı. Bizim namazımız, kılığımız, kıyafetimiz, çalışmalarımız nasıl oluyorsa hep oraya sokulur ve bizler o maddeden cezalar alırdık. Bahattinlerin Erzurum'daki çalışmaları da, MTTB ve Akıncılar gibi gençlik örgütlerimizin çalışmaları da 163. Madde'nin kapsamına sokulmuştu. Dolayısıyla bu ülkedeki idareciler Bahattin'i ve arkadaşlarını, onlar gibi olanları barındırmamaya ahdetmişti.
Rusların 100 bin kişilik bir orduyla 1979 yılında Afganistan'ı işgal ettiği dönemde, Bahattin ve üniversiteden bir grup genç bunu topluma duyurmak ve Afganistan'da kıyam eden insanlara destek olmak için üniversiteden valiliğe kadar bir protesto yürüyüşü yaptılar. Bu çok organize ve anlamlı bir yürüyüştü. Hatta valinin, polisin bundan haberi olamadı. Devriye ekipleri ve diğer kolluk güçleri ikide bir bu grubun önüne geçip: “Okulda dersler iyi, yurtta kaloriferler yanıyor. Başka ne istiyorsunuz?” demişlerdi. Valiliğin önüne varınca kendileri için değil de yedi bin kilometre ötedeki Müslüman kardeşlerimizin derdiyle dertlenebilme ve bunu Anadolu insanına duyurma noktasında bir fedakârlık yapıldığı anlaşılınca bu soylu yürüyüş 163. Maddenin ağına takıldı.
Bu olaydan sonra, bir kısım arkadaşlarımız tutuklandı, bir kısım arkadaşlarımız için de yurt dışı yolu gözükmüştü. Bahattin için de işte böyle bir olayın akabinde yurt dışına çıkma zorunluluğu doğmuştu.
VARIR VARMAZ CEPHEYE KOŞTU
Mustafa YÜREKLİ: Afganistan'a gidişinden sizin haberiniz var mıydı? Afganistan'a nasıl gitti? Mücahitlerin arasına nasıl katıldı? Orayla ilgili neler anlatabilirsiniz?
Mehmet GÜNEY: Bu yurt dışına çıkışlar kurallı çıkışlar değildi. Kimsenin pasaportu yoktu. Kimse vizeli çıkış yapmadı. Bunlar gerçekten riskli, mecburi çıkışlardı. Kendi terminolojimize aktardığımızda bu çıkışların adı aslında “Hicret” idi. İlk yolculukları İran'aydı. Orda beklentilerin sağlıklı bir zeminde yürümemesi yüzünden doğrudan Afganistan'a varıyorlar. Herkes Pevaşer'de, Kuetta'da veya Lahor'da beklerken Bahattin, varır varmaz cepheye koştu; çok yürekli bir arkadaştı. Anadolulu bir Müslüman yüreği olarak bu toprakları en güzel şekilde temsil etti. Sıcak cephede Bahattin bir Rus şarapneliyle gazilik makamına erdi.
Bahattin öğrenciliği yanı sıra sporculuk yapıyordu, teşkilatçılık yapıyordu. Dolayısıyla bu konuları aşmış ve zihnen de bunun birikimini sağlamış bir insandı. Sadece köşesinde kitap okuyan, sınıf geçmek için çabalayan bir insan olarak değil, aynı zamanda kollektif bir adamdı Bahattin. Kısaca cihada, böyle yüksek ve mübarek bir noktaya zihnen ve bedenen de hazır olması Bahattin'i yıldızlaştırdı bu özellik onu farklılaştırdı.
TÜRKİYE; “BAHATTİN YILDIZ’IM VAR” DİYE SEVİNSİN.
Mustafa YÜREKLİ: Bahattin Yıldız, Afganistan'daki hatıralarının bir kısmını kitaplarında anlatır; ama mahlas isimlerle… Kendi adını bile vermez. Kitaplarda sizden bahsediliyor mu?
Mehmet GÜNEY: Gaziliğinin ilk döneminde görüştük onunla. Bahattin Afganistan'a bizden önce geçtiği için cihada katılmış, omzundan yaralanmış, bir hastaneye nakledilmişti. Vardığımızda Peşaver'deki bir hastanede tedavi görüyordu. Peşaver, Pakistan-Afganistan sınırına yakın muhacirlerin, mücahitlerin konakladıkları ve Afgan mücahitlerinin örgütlenme olarak siyasi merkezlerinin bulunduğu bir yerdi.
Şarapnelin Bahattin'in omzunu parçalaması ortopedik bir rahatsızlıktı. Ameliyatı yapan doktor arkadaşlar daha önce böyle bir ameliyat yapmadıklarını söylediler. Şöyle anlatıyordu doktoru: “Ben cerrahi bir operasyon yaptım ama ortopedi uzmanı değilim. Kolunu açtığımızda bir kısım kemikleri kırılmıştı, onları temizledik. Biraz daha büyük kemikleri telle bağladık. Daha yakın olanları da vidaladık. Belki de tıp tarihinde olmayan bir ameliyat yaptık. Yapabileceğimize biz bile inanmıyorduk ama elhamdülillah Bahattin'in kolu bir süre sonra tuttu. Bu bizim tıbbi başarımızdan ötürü değil, Allah'ın bir lütfudur. Şafi olan Rabbim Bahattin'e şifa verdi.”
Bu operasyon birkaç kere tekrarlandı. Sadece bir kırık olsa temizlenmesi, alçıya alınması, iyileştirilmesi bir veya iki operasyonda mümkündü. Bahattin'in operasyonlarında vidalar takılması, omzun işlevini yerine getirene kadar yapılacak ameliyatlar ve iyileştikten sonra vidaların çıkarılması gibi pek çok aşama var. Her biri bir operasyon, ciddi bir ameliyat... Biz ikinci operasyonunda Bahattin'e gittik, o da ameliyathaneye heyecanını bastıracak şekilde güle oynaya gitti.
Oradan önceki kısmını da anlatayım. Kol omuzdan kırık olduğu için omzun alçıya alınması çok zor. Sağ omzu vücuttan ve koldan yekpare olarak alçıya almışlar, dolayısıyla sırtında kaplumbağanın kabuğu gibi kocaman bir yükü taşıyordu Bahattin. Hastanenin antihijyenik ortamları, oradaki imkânsızlıklar yüzünden ve omuz bölgesinin de sıcak bir yer olmasından dolayı bitlenmişti Bahattin. “Pire itte, bit yiğitte…” derlerdi, bitlendi işte. “Nasıl temizliyorsun?” dedim. O da “Dışarıdan vurduğum zaman bit rahatsız oluyor, ama bu sefer de daha çok ısırıyor. Ben de kolumdan omzuma, o omzumdan da diğer omzuma doğru bir çatalla ip uzatıyorum, ipi bir çektiğimde üç, beş tane bit telef oluyor. Kaşınıyor, bir de diğer taraftan deniyorum…” diyordu.
Bu şekilde, yaşadığı sıkıntıyı, argo tabirle tiye alacak kadar sabırlı ve mütevekkildi. “Öldüm, bittim” ruh haline düşmedi hiç. Alçısı kesildi, ameliyata girdi, vidalar çıkartıldı ve narkozun tesiriyle birlikte ondan sonraki servise geldi. Biz elini tutuyoruz, o yavaş yavaş gözlerini açıyor, bilinci kısmen geliyor, kısmen gidiyordu. O kendine has boğuk ve kısık sesiyle tekbirler getiriyordu. “Allahu Ekber, La ilahe illallah” diye. Bazen Farsça, bazen Türkçe yarım bıraktığı işi tamamlamanın gayreti içinde “vurun, kovalayın” diyordu. Bahattin'i hastanede bile bir işi tamamlamanın gayreti içerisinde bulduk.
Oradaki doktorlar ve hastanenin idarecileri, bu durumdan çok etkilenmişlerdi. Hastanenin yöneticiliğini yapan âlim bir hoca efendi vardı, Kari Habibullah Sâfi isminde. Farsçası, Peştucası, Urducası çok iyi olan bir hoca efendiydi. Mevdudi'nin kitaplarını ve tefsirini tercüme etmiş alim, filozof bir zat. O zaman beni dürttü. “Herkes sevinir, benim İhvan-ı Müslimin gibi altmış yetmiş yıllık bir teşkilatım var, Cemaat-ı İslami gibi güçlü bir teşkilatım var diye. Türkiyeli Müslümanlar da sevinsin ki Bahattin Yıldız gibi bir yiğitleri var.” dedi.
En zor anlarda bile bulunduğu ülkeye, bulunduğu inanca, bulunduğu değerlere itibar kazandıran bir kimliğin adıydı Bahattin Yıldız. Bunu gerçekten söylüyorum. Bunun bir abartısı, mübalağası söz konusu değil. Demek ki Bahattin Yıldız gibi yaşanılırsa sonu da soy ismine uygun oluyormuş.
KİME GÜVENECEĞİZ DİYEREK AĞLADI
Mustafa YÜREKLİ: Bahattin Yıldız'ın hastanedeki halleri çok ilginç… Mavera'ya gönderdiği günlüklerde, “Bir Mücahidin Günlüğü” kitabında anlatmadığı çok şey olmalı…
Mehmet GÜNEY: Peşaver'de beraber kaldık. İlişkilerimiz zaten devam ediyordu. İrtibatımız sürüyordu. Ondan sonraki süreçte yine beraber, aynı ortamları paylaştık. Uzunca bir dönem cepheye gidememenin bir sıkıntısı vardı. Buna rağmen cepheye gidenlere yardımcı oluyordu.
O kadar aktivist bir adam ki hastanenin ortasında yeşil çimenlik bir alan vardı orada Afgan gazilerini, ayakta durmakta güçlük çeken adamları güreştirmeye çalışırdı ve onlara taktik öğretirdi. Kendisi zor ayakta duruyor buna rağmen onlara sürekli bir şeyler aktarır, hayata tutundurmaya çalışırdı. Zaten o insanların tevekkül boyutu çok müthişti. Ziyaretlerine gittiğiniz zaman sizi dünya gözüyle bir daha göremeyecek durumdaki bir adam, “Nasılsın?” diye sorduğunuzda, “Elhamdülillah” diyordu. Koltuk değneği olmadan ayakta duramayacak bir adama, “Nasılsın?” diye sorduğunuzda, “Elhamdülillah iyiyim.” diyordu. İnsan gazilerdeki o ruhu görünce hayata daha iyi tutunuyor. Kendi elinin kolunun tuttuğunu fark ediyor, ufak tefek problemlerini unutuyor. Mücadelede o zaman yarım bırakılan şeyleri tamamlamak için bu hal adeta kitapsız deftersiz bir şekilde sizi hayata bağlayan ciddi bir bağ oluyor.
Bahattin hiçbir zaman arkadaşlarını bırakmadı. Dolayısıyla o kısımda da beraber olduk. Bunun bir kısmı Peşaver'de, bir kısmı Lahor'da oldu. Orada kaldığımız süre içinde hep beraber olduk. Orada sağ olsun dostlarımız belki iptidaiydi ama bize gönüllerini açtılar. Barınabilecek yerimiz oldu. Bahattin lüksü olmayan bir adamdı. Dış görünüşüne, giyim kuşamına önem vermezdi. Fakat onun göğsünde temiz ve berrak bir yürek vardı. Ben bizzat şahit oldum. Bir İzmir yolculuğumuzda arkamızda ağlayan bebeğin sesinden mustarip oldu. Orada bebek gibi ağladı. “Kim bilir ne derdi vardır ağabey?” diye.
Türkiye'ye döndükten sonraki süreçte Bahattin hukuki süreçten geçmiş, içeri girmiş çıkmış bazı arkadaşlarımızla birlikte içeridekilerin sıkıntılarını aktarırken hiç ummadığımız birisinden de emniyette bazı beklenmeyen söz ve davranışları duyunca orada da çocuklar gibi ağladı. Elini dizine vurarak: “Ağabey bu dünyada kime güveneceğimizi bilmiyoruz, bu alçak herifler bizi burada da sattılar” dedi.
Bahattin'in bir taraftan hoşgörülü tavrı varken, diğer tarafta seçiciliği ve taviz vermeyen tavrı, kendine hastı. Nesillerin bunu gerçekten örnek olarak kabul etmesi gerekiyor.
Biz orada da birbirimizi bırakmadık. Çok karanlık izbe bir yerimiz vardı. Hatta o karanlık ve rutubet içerisinde sivrisinekler bizi o kadar rahatsız etti ki önce ben sıtma oldum sonra onlar, benim başımı beklerken. Ateş, iştahsızlık, baş ağrısı... Bahattin: “Ağabey ben bunların icabına bakarım,” dedi. “Nasıl bakacaksın?” dedim. Gitti karşıda boş bir yer vardı. Af edersiniz oradan tezek getirdi. “Bu tezeği ben burada yakarsam, oda sivrisineklerden temizlenir.” Meğer meretler o kadar bağışıklık kazanmış ki Bahattin'in o dumanı karşısında sivrisinekleri çıkartamadık odadan. Ama biz, hepimiz dışarı kaçtık o kokudan… Daha sonra o izbe yere boya badana yaptık. İki, üç gün sonra ancak oraya girebildik. Epey bir espri konusu olmuştu. Ama asla kırgınlık, bir rahatsızlık duymadık aramızda.
ERZURUM’A DÖNMESİ ALLAH’IN BİR LÜTFUYDU
Mustafa YÜREKLİ: Erzurum'a dönüyor, ikinci eğitim döneminde. Bu dönemde de irtibatınız sürdü mü?
Mehmet GÜNEY: Fiziki bir ayrılık gibi gözükse de, irtibatımızı hiç kesmedik. Erzurum'daki ikinci öğrenciliği yaşı başı geçmiş olduğu için çok zor bir süreçti. Düşünsenize Bahattin'in döneminde öğrenci olanlar birkaç yıl sonra onun ikinci öğrenim döneminde dersine girmişler, hoca olarak.
12 Eylül 1980 darbesinin ağır tahribatından sonra Bahattin'in Erzurum'da ikinci dönem öğrenciliği oraya belki de Allah'ın bir lütfuydu. Erzurum gibi münbit bir yere Bahattin gibi mü'min bir adam gelmeliydi ki o öğrenciler asli mecralarına insin. O lüzumsuz ufalanmalar, kırgınlıklar daha yetkin bir ağabey tarafından toparlansın. Hayır bildiğimizde şerri, şer bildiğimizde hayrı, biz olayların çok sonrasında görüyoruz…
Yurt dışına kimse kendi iradesiyle gitmez veya yaşı ilerledikten sonra kimse kendisinin yarı yaşındaki insanlarla aynı derse girmek istemez. Bir bakıyorsunuz ki yurt dışına gitmişsiniz; ama yüzlerce binlerce arkadaş kazanıyorsunuz. Hiç kitabı defteri olmayan müthiş tecrübeler çıkartabiliyorsunuz. Daha sonra hiç tahayyül edemeyeceğiniz dostluklar kazanıyorsunuz.
Bahattin'in en güzel yönü İşletme eğitimi almasına rağmen kimseye yük olmayışı. Ki Bahattin öğrencilikten şahadetine kadar elinin rızkını yiyen bir arkadaş. Aynı zamanda mesela beni arar: “Ağabey Kıztaşı'nda kürt böreğini aldım, yetiş” der. Sermaye kürt böreği ve çay ama muhabbet müthiş. Mutlaka birilerini çağırmıştır. Bu sohbetlerde gönül zenginliğini, düşünce derinliğini ve üretkenliğini koruyan bir arkadaşımızdı. İstanbul'da aynı zamanda o dönemde inşaatlarda çalıştı. Kimseye muhtaç olmadı.
YENİ NESİLLER BAHATTİN YILDIZ’I ÖĞRENMELİ
Mustafa YÜREKLİ: Erzurum'dan sonra İzmir'e dönüyor, evlilik ve iş hayatı başlıyor. Bu döneme ilişkin ne anlatmak istersiniz?
Mehmet GÜNEY: İzmir'e gitti; ama İzmirli bir Bahattin olmadı. İstanbul'dayken İstanbullu bir Bahattin yok. Erzurum'dayken Erzurumlu bir Bahattin yok. Onun yüreği zaten benim tanıdığım en geniş yüreklerden birisiydi. Kiminle bir arakesit varsa, diyelim Erzurum'da, “Bizim Erzurumlular!” veya “Bizim İzmirli arkadaşlar!” ya da “Bizim Yıldızlılar!” yaklaşımı hep vardı onda. O “biz”lik kavramı içerisinde Misak-ı Milli sınırlarının dışına taşarak yani Afganistan'daki o şehadetindeki yetimhane projesi, o “biz”liğin uzantısı. Srebrenitsa'nın sene-i devriyesinde orada yürüyüşe katılması yine o “biz”liğin emaresi. Keşmir'e, Afrika'ya, Balkanlar'a kurban vs. yardım organizasyonu için çalışması... Tüm bu gayretler hep o “biz”liğin emareleri.
Osmanlı coğrafyasını çok çok önemserdi. Balkanlar'a çok gitti mesela. Her gittiğinde, oralarda müthiş gözlemler, tespitler yapar: “İlerde bunların belgeselleşmesi lazım, kayıt altına alınması lazım” diye de geziden pek çok proje getirirdi.
İçimizdeki Bahattin Yıldız gibi kahramanları sözün ötesinde fiiliyatta bedel ödemiş bu kahramanları yeni nesil bilmezse bu sefer kökünü dışarıda aramaya çalışır. Hâlbuki bu toprakların yetiştirdiği fedakâr insanlar âlimiyle, mücahidiyle, helal kazanca dayalı tüccarıyla, entelektüeliyle, akademisyeniyle, ahlaki abideleriyle birlikte her kuşak tarafından bilinirse emin olun bu topluma bunlar yeter de artar bile. Anadolu ruhu dediğimiz bu olsa gerek.
HATMİYE ANA HANIMLARA AYNA...
Mustafa YÜREKLİ: Bahattin Yıldız'ı tanımayınca Che'nin peşine mi gidiyorlar?
Mehmet GÜNEY: Bahattin bir gün bana Yıldız Üniversitesi'ndeki olaylarla ilgili sorular sordu. Ben orada 1978 Temmuz'unda İstanbul Akıncıları'nda da teşkilatlanma biriminde sorumlumuz olan beraber çalıştığımız Şile'deki gençlik kampında denizde boğulan Tacettin Çete'yi anlatmıştım ona. Konyalı Tacettin’i anlatıyorum fakat Bahattin bana Tacettin'in arkasındaki fedakâr annesi Hatmiye Hanım Teyze'yi defalarca soruyor. Ben babasını anlatıyorum öbür kardeşlerini anlatıyorum Bahattin ısrarla Hatmiye Hanım Teyze'yi anlattırıyor bana.
Hatmiye Hanım Teyze de gerçekten çok aktif bir hanımefendiydi, Allah rahmet eylesin. Okul aile birliklerinde dernek başkanlığı yapmış, pratik kız sanat okullarında hocalık yapmış, sosyal yönüyle birlikte çok aktivist bir hanımefendi. Yıldız'da da oğlu okuduğundan dolayı bize adeta bir hanımağa gibi sevk ve istikamette bulunurdu. Yemeğimizi getirir, bize taktikler verir, üniversitede eylemlerde bizim bazı ihtiyaçlarımızı karşılardı. Bir hanımefendi olması hasebiyle kimsenin dikkatini çekmez, mücadeleye girdiğimizde çoğu ihtiyaçlarımızı da o hallederdi. Çok baskınlarda, her sıkıntıda, elhamdülillah biz püskürtmüşüzdür. Hiçbir polis aramasında üzerimizde bir şey bulunamazdı.
Bahattin, Hatmiye Hanım Teyze'yi yakaladı ya hep onu tanımaya çalışıyor. Beni İzmir'e davet etmişti İstanbul'dan binmiştik İzmir otobüsüne. “İzmit'i, Adapazarı'nı geçince uyuruz” demiştik ama mümkün mü? Bahattin üst üste sorularla Hatmiye Hanım Teyze'nin eğitimini, sosyal yönünü, üniversitedeki durumları, olayları, aradaki anekdotları sürekli soruyor... Ben daha sonra fark ettim, Bahattin “Güllerin Vedası” adlı kitabında “Hatmiye Ana” başlıklı hikâyesinde onun hatıralarını yazıp okuyucuya aktarmış. Sonradan bunu şöyle anlatıyordu: Batı klasiklerinden Maksim Gorki'nin yazdığı “Ana” isimli romanında kendisinin çok etkilendiği bir anne karakteri varmış. Bahattin hep düşünürmüş, “Acaba bizim de böyle fedakâr anamız var mı?” diye. “Ana” romanındaki karakterle Hatmiye Hanım Teyze'nin hikâyesindeki bu paralellikten dolayı “Hatmiye Ana” karakterini Müslüman hanımlara ve kızlara örnek olsun diye yazdı. Eminim ki Hatmiye Ana'yı okuyan çoğu hanımlarımız kendilerine biraz daha çeki düzen verdiler. Böyle bir hayra vesile olan Bahattin Yıldız'ın mekânı inşallah cennet olur, diyorum.
ÖZGÜN YAYINCILIK ADI KONMAMIŞ BİR TEKKEYDİ
Mustafa YÜREKLİ: Özgün Yayıncılık Bahattin Yıldız'ın projelerinden biriymiş. Bahattin Ağabey bir yazar olduğu için yayıncılığı öneminden dolayı gündeme getirmiş olmalı. Özgün Yayıncılık nasıl kuruldu, anlatabilir misiniz?
Mehmet GÜNEY: Bahattin'in Afganistan'la ilgili anılarını topladığı ilk kitabı Savaşan Afganistan Rahmet Yayıncılık tarafından yayınlanmıştı dolayısıyla bu yayınevi de söz konusu misyonu yerine getiriyordu. Türkiye'nin yaşadığı bu hukuki ve sosyal çalkantıda Rahmet Yayıncılık'ın ömrü kısa oldu. Eğitimi, kültürel yetkinliği çok önemseyen bir insan olarak Bahattin, nesil değişiyor ve gelişiyor mutlaka bu insanları besleyecek sağlıklı ocaklara ihtiyaç var diye, bir yayınevinin gerekliliğini hep gündeme getiriyordu
Kiminle olur, nasıl olur noktasında projenin mimarı da kendisidir, kahramanı da kendisidir. Kimseden öyle ahım şahım paralar toplanmadı. Kimseden bir direktif filan almış da değil. Özgün Yayıncılık projesinin sahibi de, kahramanı da rahmetli Bahattin'dir ve tüm çilesini çeken Cemal Balıbey'dir.
Bahattin sadece kendi kitaplarını basmak için Özgün Yayıncılık'ın kurulmasını istemiyordu. Eğer Bahattin'in o düşüncelerini biz; tercüme edilen kitaplarla, bilhassa okuyan gençliğin ilk beslenme kaynağı olabilecek kitaplarla birlikte düzgün yapabilseydik... Orada temel değerlerimiz, Kur'an ile Hadis ile ilgili külliyatlar da yayınlanacaklar listesinde vardı, tarih serileri de... Biyografiler üzerinde, bilhassa kahramanlar üzerinde çok dururdu. Hatıratlar üzerinde de bir süre yoğunlaşmıştı. Biz Bahattin Yıldız'ın düşüncelerine bir noktada ayak uyduramadık. Bu bizden de kaynaklandı; ekonomik sıkıntılarımız oldu, geçirdiğimiz hukuki sıkıntılarımız da oldu.
Özgün Yayıncılık, ismi gibi gerçekten özgün bir yer oldu. Şuculuğun buculuğun yapılmadığı, sürekli veren ve insanlığı hayra davet eden, yeni nesli düzgün, bu toplumun genetik kotlarına uygun besleyen bir ocak gibiydi. Buranın bir yayınevi olmasının yanı sıra, Özgün'de sohbetlerin yapılması, burayı bir kültür merkezi haline getirdi. Bahattin orada genç arkadaşlara bazen şiirler okuttu, bazen Şanlıurfa'daki sıra gecelerinden çok daha cazip saz eşliğinde marşlar okuttu. Davut diye bir arkadaşımız vardı. Bir gece tam oradan geçiyordum, baktım içeriden saz sesi geliyor. “Ya Bahattin, bu çocuklara gecenin bir vakti niçin saz çaldırıyorsun?” diye sordum. Davut kardeş de çok ahım şahım bir şekilde kendisini iyi konsantre etmiş, Allı Turnam türküsünü söylüyordu. Onu söylerken de bir nakaratta “Ah gülüm vah gülüm” diyordu. Olayı anlattı. “Abi ya, bu sevdayı çekmiş bu türküyü yakan adam; bu ahı niye söylediyse, gençler bunu bilsinler” dedi.
Özgün Yayıncılık sadece kitap neşreden, sohbet edilen, geçerken uğranılan bir yer değil! Özgün Yayıncılık, bir buluşma yeri... Gerçekten dertlilerin dertlerini aktarabildiği, züğürt olanların harçlık aldığı, aç kalanların menemen yediği farklı bir yerdi... Adı Özgün Yayıncılık; ama bazen sağ olsun Cemal iyi kahrını çekti milletin. Her Cuma orada arkadaşlarımızın adakları varsa etli pilav verilirdi, olmadığında ya da ekonomik durum krize girince simit, çay ikram edilirdi. Bu geleneğin arkasında, bu işin mimarı olarak Bahattin Yıldız var ve burada iş görücü olarak onun hemen yanında Cemal Balıbey var. Fakat ben çok iyi hatırlıyorum ki bir arkadaşımız işi eğer düzgün gitmişse, bir arkadaşımız nişanlandıysa, hayırlı bir işi olduysa tatlısını filan getirip Özgün'de ikram ediyordu. Bir arkadaşımız memleketinden meyve getirdiyse torbasını, çıkınını Özgün'de açıyordu. Özgün adı konmamış bir tekkeydi aslında. Özgün Yayıncılık, yeni dervişlerin ve âlimlerin çıkmasına ciddi bir beşiklik yapıyor ve hâlâ da devam ediyor...
DAĞ KÖYLERİNE HİZMET GÖTÜRDÜ.
Mustafa YÜREKLİ: Bahattin Yıldız dünyayı köşe bucak geziyor… Asya'ya, Avrupa'ya, Afrika'ya ve Ortadoğu'ya gittiği biliniyor… Tüm kriz bölgelerini dolaşıyor ve yardımları yönlendiriyor... Bunu nasıl başardı sizce?
Mehmet GÜNEY: Ben bu işleri Bahattin'den öğrendim. Yaşı benden küçüktü ama bu noktada bana öğretmenlik yaptı. Çok ucuz, çok az imkânlarla bu işlerin yapılabileceğini, çok mütevazı yaşayarak da hayatın devam edeceğini ondan öğrendim. Onun için burada cebin kuvvetli olması değil de, yüreğin geniş olması gerek. Yani yürekli olmak...
Bahattin'in Asya'da, Avrupa'da, Ortadoğu'da, değişik yerlerde gerçekten dostları vardı. Keşmir'de diyelim ki bir deprem olmuş gelir, “Abi, biz yıllardır bu adamların ekmeğini yedik, suyunu içtik, gün bugün, gidip hizmet edelim, insanların sıkıntıları var.” Bahattin kumunu, çimentosunu, demirini, neyse artık o yapı malzemeleriyle birlikte onlara ilk defa eli yüzü düzgün hastane kuran adamdı. Bahattin orada bilfiil çalıştı ve çalıştırdı oradaki insanları. Sonra dünyanın değişik yerlerinden yardım örgütleri gelip de gıda yardımı, eğitim yardımı, sağlık yardımı merkezi yerlerde; Muzafferabad gibi deprem bölgelerinde yoğunlaşınca Bahattin burada görevini tamamladığını düşündü. Bu sefer hizmet götürülmesi çok daha zor olan yüksek dağ bölgelerine ilk giden yine o oldu.
Türkiye'de başörtüsünden dolayı eğitimleri yarım kalmış ve Avusturya'da tıp eğitimi görmüş hanım kızlardan ikisi oraya gelmişti... O kızlar: “Bu toplum bizi bu günler için yetiştirdi. Doktor olduk, bize bir hizmet düşer diye, geldik.”diyorlar. Orada Allah'tan Bahattin'i buluyorlar. Bahattin tabi oradaki insanların anlayışını, oradaki güvenliği ve yabancı bir hanımın oradaki konumunu en iyi bilen adam... Ama doktor kızların da orada bir teklifi var... O, kızlara diyor ki:“Ben size hizmet imkânı oluşturacağım. En uç noktadaki dağ köylerine kadar götüreceğim.” Kızların güvenliği için de onların iki misli, üç misli silahlı bir tim kurduruyor ve gerçekten yolu olmayan yerlere Bahattin yapı malzemeleri götürdü, gıda götürdü ve o hanımlarla birlikte sağlık hizmetlerini götürdü. En uç noktaya, dağ köylerine kadar götürebilen bir hizmetin adıydı o! “Peki! O kızlar orada ne yaptılar?”dedim. “Enteresan abi ya” dedi. “Böyle hanım sağlığıyla ilgili çok fazla problemler varmış; zaten sağlık hizmetleri yok orada, kadınların hizmetlerini gördüler. Yol üzeri, sanki elimizle koymuş gibi; doğum sıkıntısı çekenler varmış, onlara yardımcı oldular” dedi. Eğer irfani boyutuyla baktığımızda belki de Hızır gibi oraya yetişebilen bir isimdi o!
Bahattin sadece Afrika'da, Asya'daki depremde, Düzce'deki veya Adapazarı'ndaki depremde veya bir kurban organizasyonunda değil birçok yardıma öncülük yapan biriydi. Malum ömrünün sonunda da gittiği proje... Yıllardır Rusların öldürdüğü ve daha sonra onların bıraktığı yerde ikinci emperyal güç olan Amerikalıların öldürdükleri masum Afganlıların çocukları yetim kalmasın, sahipsiz kalmasın, akranlarının gerisinde kalmasın diye bir yetimhanede öncülük yapan bir zihniyetin adamıydı Bahattin Yıldız!
Bahattin Yıldız gerçekten bu toplumda yerli bir kahramandı; buna emin olun. Bunları aktarırken maksadım olmayan vasıflarıyla birlikte abartmak veya bir insanı insanüstü bir norma taşıyıp da onu kristalize etmek değil... Bahattin Yıldız'ı bir isim olarak yeni nesillere aktarabilirsek, bu çizgi devam edecek. Eğer bu sanal dünyaya sığınıp, klavyenin arkasındaki o dünyanın getirdiği aldatmacadan yeni nesli reel hayata çekemezsek bu toplumda yarın örneklerimiz kalmaz. Bahattin Yıldız bu yönüyle, örnekliğiyle ve önderliğiyle tartışılmaz bir adamdı.
Arkadaşları Bahattin YILDIZ'ı anlatıyor. Ahmet GÜLCAN'ın hazırladığı röportajda...
İşte Bahattin YILDIZ'dan, Mehmet GÜNEY'in gönlüne yansıyanlar...
Medeniyet TV'nin Bi dakka belgeseli için verdiği röportajın tamamı
Özgün yayınlarının sahibi Cemal BALIBEY , Bahaddin YILDIZ'la ilgili çok özel anılarını anlattı.